En İyisi Çevirmenlerin

Çevirmenlik her şeyden önce bir yazı edimidir. Çevirmen, yazan kişidir en başta. Buradan hareketle söylersek, çevirmen her şeyden önce bir yazardır.

Bir ‘yazı işçisi’ olan çevirmenin en başta gelen ödevi yazı yazma zanaatına, yani yazı yazmanın en temel meselesi olan ‘cümle kurma’ işine hâkimiyettir. Yazı işçiliğinin gerektirdiği her şeye bu yüzden, tıpkı yazar gibi, çevirmenin de sahip olması gerekir.

Ben olsam çevirmenlere bir edebi eseri teslim etmeden önce yalnızca deneme çevirisi yaptırmam, aynı zamanda ve bilhassa hedef dilde bir deneme yazdırırdım. Çevirmenin kalitesini belirleyen en önemli ölçüt, sanıldığı gibi kaynak ve hedef dile hâkimiyet değil, hedef dildeki yazarlık düzeyidir.

Okur, çevirmenden de, tıpkı yazardan olduğu gibi, yazı’nın gerektirdiği tüm teknik, biçimsel ve biçemsel becerileri bekler. İyi okur beklemekle de kalmaz, talep eder!

“Çeviri kokusu” denen şey okura geçen bir “olmamışlık, oturmamışlık hissi”dir. Olmamış, oturmamış bir metnin ‘yazıcı’sının, yazarlığın gerektirdiği donanım ve meziyetlere sahip olmayan kişi olduğundan hareketle, çeviri olduğu bir bakışta anlaşılan bir metnin ‘çevirici’si (çevirmenin okura, okuduğu metnin bir çeviri olduğunu hissettirme gibi bir yükümlülüğü olduğunu söyleyen görüşlere, yani yazı’daki Brecht’çi ‘yabancılaştırma efekti’ taraftarlarına kulaklarımızı şimdilik kapatarak!) kötü çevirmen olmaktan öte aslında kötü yazardır. Bilindiği gibi mukayese, en iyi kavrama yöntemidir. O halde, çevirmenin aslında ‘kim’ olduğunu adamakıllı anlayabilmek adına çevirmenle yazarı bir benzetme yaparak karşılaştıralım:

Yazar, aşçı olsun; yani yazar = aşçı. Birinci madde uyarınca, o zaman çevirmen de aşçı olmak zorundadır; yani çevirmen = aşçı.

Buna göre yazar,

  • Dünyanın tüm yemek malzemeleri ve tekniklerini kullanma özgürlüğüne sahip bir aşçıdır.
  • Dünya üzerindeki sınırsız malzeme ve teknik arasından istediğini kullanıp bir yemek yapar.
  • Yapacağı yemeğin niteliğini belirleme hakkı ve özgürlüğü vardır. Daha önce yapılmış yemeklere benzeyen veya dünya üzerindeki hiçbir yemeğe benzemeyen bir yemek yapabilir.
  • Kalitesi, yemek işçiliğine hâkimiyetiyle belirlenir.

Buna göre çevirmen,

  • Kendisine verilmiş malzemelerle, söylenmiş tekniklerle yemek yapmak zorunda olan bir aşçıdır.
  • Yapacağı yemeğin ne olduğu kendisine (yazar tarafından) bildirilir.
  • Kalitesi, yemek işçiliğine hâkimiyetiyle belirlenir.

Edebi çevirmen olan aşçıların en iyisi, (örneğin) bir Çin yemeğindeki malzemelerin hepsini (ama hepsini!) kullanıp (örneğin) Türklerin rahatlıkla yiyebileceği, benimseyebileceği bir yemek yapabilendir. Bu, yalnızca bir idealdir ama! Mükemmel biçimde gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Çünkü Çin yemeğini yapmak için gereken malzemeler onun yaşadığı yerde bulunmaz. Onun görevi, yapması gereken yemeğin Çin kültüründeki yerini sezinleyip, Türkiye’de ona karşılık gelebilecek bir yemek yaratmaktır. Kullanacağı malzemeler orijinal Çin yemeğinin malzemelerine olabildiğince yakın olmalı, ama buna karşın yemeği yiyen herkes sanki bir Türk yemeği yediğini sanmalıdır. Bu aşçıların en iyisi, hem Çin hem de Türk yemek kültürüne son derece hâkimdir;  her şeyden önce Türk yemekleri yapan bir aşçı olduğunu hiçbir zaman unutmadan…

Kullanması gereken malzemelerin miktarı ve niteliği kendisine bildirilmiş bir aşçının sahip olması gereken teknik beceriler, yepyeni bir yemek yaratan aşçının teknik donanımından daha az değildir. İki aşçının ayrıldığı noktaysa ‘buluş’tur. Yani çevirmenin yazardan ayrıldığı nokta ‘buluş’tur. Yazar, bulur ve yazınsal güçlerinin sınırlarını sonuna kadar zorlayarak bulduğunu kâğıda döker. Çevirmen, yazarın bulduğu şeyi görür ve dilsel güçlerinin sınırlarını sonuna kadar zorlayarak gördüğünü kâğıda geçirir. İnsanın okumak isteyeceği şeyi yazması gerekir. Bundan hareketle: İnsanın okumak isteyeceği gibi çevirmesi gerekir. Çevirmenin okur olarak zevkleri ne kadar incelmiş ve gelişmişse, yapacağı çevirinin kalitesi de o oranda yükselir. Kötü çevirmenlerin aynı zamanda kötü okurlar oldukları bir sır değildir! Bu yüzden çevirmenin hiç durmadan, tıpkı bir yazar gibi, nitelikli okumalar yapması gerekir.

En iyi çevirmen, çevireceği yazarın cümle yapısından söz yoğunluğuna, en kendine has karakter özelliklerini hemen görür. Bu gördüğünü özümser ve bunun, kendi dilindeki olası karşılığını bulma konusunda uzun uzun düşünür, deneyler yapar. Kendi dilinde, çevireceği yazarın sesine en yakın sesi bulmaya veya yaratmaya çalışır. Hayatta olduğu gibi yazı’da da en sevmediği şey aşırı duygusallık ve mesafe kaybı olan (Bunun psikolojik nedenleri için bkz. Marcel Reich-Ranicki’den “Thomas Mann und die Seinen”) Thomas Mann çeviren biri örneğin, kendi dilinde vıcık vıcık olamaz!

Ama bu ‘dikkat’ çeviriyi karikatürleştirmemelidir de! Thomas Mann çevirisi bir Thomas Mann parodisi hâline gelmemelidir. İşte bu sınırları çizmede, yani edebiyatın hiç kuşkusuz en önemli unsuru olan ‘denge’yi sağlamada, çevirmenin içindeki ehil okurun ince ve keskin sezgileri devreye girer.

Müziğin özü ritimdir. Bu yüzden müzisyenler arasında, bir müzisyenin metronomu yiyip yutması gerektiği söylenir. Buradan hareketle şunları söyleyelim:  Yazı’nın özü söz’dür. Bir yazar gibi çevirmenin de bundan dolayı, sözlükleri yiyip yutması gerekir. En iyi çevirmen, belleğine en az güvenen, sözlüklere en fazla başvurandır. Yemek, içmek, görmek vs. gibi anlamlarından hiç kuşku duymadığı ve sayıları on beşi geçmeyecek sözcük dışında her şeye sözlüklerde bıkmadan, usanmadan defalarca bakar. Orta düzey çevirmen, kaynak dildeki sözcüklerin hedef dildeki karşılıklarının yer aldığı sözlüklere bakınca işinin bittiğini düşünür. Oysa çevirmenin aslında bir yazar olduğunu bilen üst düzey çevirmen tıpkı bir yazar gibi hedef dilin sözlüklerini de elinden düşürmez; hem belleğine güvenmediği, kendi zihninin galat-ı meşhurlarından çekindiği hem de Flaubert’ci ‘doğru kelime (mot juste)’yi bulmanın bundan başka bir yolunun olmadığını bildiği için. Evet, hiç korkmadan, çekinmeden söyleyelim: Flaubert’ci  ‘doğru kelime’ en çok, hatta yazardan bile fazla, çevirmenin ödevidir.

En iyi çevirmen, başkalarının elinden çıkmış çevirileri büyük bir heyecanla takip eder. Bir piyanist gibi o da egzersiz yapmayı hiç bırakmaz. Onun en önemli alıştırması, başka çevirileri orijinal metinle bir editör gözüyle mukayese etmektir. En iyi çevirmen kendi çevirdiği metnin (elde eğer başka çeviriler varsa tabi) mevcut çevirilerinin özelliklerini; bir romancının kendi romanını yazmayı planladığı türden romanları ezbere bilmesi, bir müzisyenin çaldığı/söylediği bir eserin diğer yorumcular tarafından yapılmış kayıtlarını gözü kapalı tanıyor oluşu gibi, çok iyi bilir. Zaten bu işe biraz da eldeki diğer çevirilerin ‘düzelti’sini yapma iddiasıyla koyulur! Goethe’nin, “Bir milyon okuru hedeflemeyen, eline kalemi almasın!” sözünden hareketle söylersek: Çevireceği kitabın mevcut çevirilerinin hepsinden daha iyi bir çeviri ortaya koyacağı iddiasını taşımayan, çeviri masasına oturmasın!

İnsanın yalnızca okur olarak ilişki içinde olduğu yazar gözüne, aslında çoğunlukla soyut düzlemde gözükür. Büyük yazar, okuruna neredeyse her zaman bulutların arasından bakar. Oysa okuru tarafından çevrilmeye başlar başlamaz yavaşça yere iner, elle tutulur hâle gelir. Önceleri okuruna uzaklardan bir yerden bakan yazar, eski okuru-yeni çevirmeninin gözünde artık masasına oturmuş yazan bir insandır. Şu sözler çevirmenlerin en iyisinin ağzından dökülmüştür: “Çeviri yaparken, kendi kalemimin hışırtısıyla, çevirdiğim yazarın kaleminin hışırtısını karıştırdığım anlar olmuştur.”

En iyi çevirmen, çeviriyi her zaman yazı’ya götüren bir yol olarak görür; tıpkı yazı’yı her zaman çeviriye götüren bir yol olarak gördüğü gibi.

Büyük yazara çarpmış okur, karşısında bir anda doruğu bulutlara karışmış bir dağ bulan bir dağcı gibi, heyecandan nefes nefese, şaşkınlıktan ağzı açık ve merak içinde kalakalır. “Allahım,” der, “bunca zaman, şimdi önümde durmuş bana bakan bu şeyi bilmeden nasıl yaşamışım!” Korku kendini çok bekletmez ama. Bilme korkusuyla titrer okur çok geçmeden ve ekler sonra: “Allahım, bunca yıl ne güzel sakin denizlerde yol alıp gitmiştim. Limana yanaşmış dururken ne kadar da güvendeydim. Ama artık sular kabardı, taştı deniz, kayığımı okyanuslar aldı. Şimdi ben ne yapacağım?”

Ey dağcı, ne duruyorsun, tırmanmaya başla!

Ey okur, hiç durma, çevirmeye başla!

Çevirmenlerin en iyisi, yalnızca çevirmen olarak ölmeyi istemediği için yazar; yalnızca yazar olarak ölmeyi istemediği için çevirir.

Kendini tüm hayatı boyunca yazıya hazırlamış biri olan en iyisi çevirmenlerin, örnek aldığı yazara karışmanın daha derin bir yolunu bilmediği için çevirendir.

Semih Uçar

Yazar

Almanya’nın Weimar ‘Franz Liszt’ Müzik Yüksekokulu’nda lisans eğitimini bitirdikten sonra yüksek lisans öğrenimi için Berlin ‘Hanns Eisler’ Müzik Yüksekokulu’na geçiş yapmıştır. 2014 yılı yazında Japonya’da bir ‘masterclass’ vermiş olup 2013 yılından bu yana Türkiye üniversitelerinde de ders vermektedir. Franz Kafka ve Stefan Zweig’tan kitaplar çevirmiştir.

© ÇeviriBlog adına Senem Kobya. Telif hakkı sahibinin izini olmadan yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve basılamaz.

Pin It on Pinterest

Share This